Dr. Faruk Türközü
Bu yazı; sayısız orijinal hikayelere sahip bu kıta insanlarının genelde az bilinen ve gölgede kalmış bir yönünü aktarmaya çalışan bir çalışmadır.
Endüstri devrimi insanlık tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü endüstri köle tabanlı ekonomi yerine, farklı üretim biçimleri yaratmıştır.
Ancak Magrip ülkelerinin Libya hariç tamamını sömürgesi altına alan Fransa, sömürgeci devletler arasında Afrika’ya yönelen ilk devlet olmuştu.[1] Afrika sömürgeciliğinde özellikle köle ticaretinden önemli gelir elde eden ve özellikle 1830-1870 yılları arasında büyük bir sömürgeci devlet niteliğini kazanan Fransa, uzun süren bir mücadele sonucunda ele geçirdiği Cezayir’den sonra 19. yüzyılın ortalarında Senegal’den Afrika’nın iç bölgelere doğru ilerlemiştir. Ancak Fransız kuvvetleri el-Hac Ömer liderliğindeki Fülaniler tarafından durdurulmuş, bunun üzerine Fransa, Senegal’i ilhak siyaseti uygulamış ve bölgedeki zenci kabile reislerini denetim altına alarak himayesini zorla kabul ettirmişti. 1830 ve 1846 yılları arasında Cezayir’e tamamen yerleşen Fransa, 1871’deki Almanya yenilgisinden sonra bir süre içine kapanık bir politika takip etmişti. Fransa kısa sürede kendisini yeniden toparlayarak 1880’lerde yeniden sömürgecilik faaliyetlerine dönmüştür.1881 yılında Tunus’a bir oldubittiyle girmişti.
Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu söz konusu yıllarda askeri yapılanmasında devşirilmiş Hrıstiyan askerler ve Afrika/Ortadoğu’dan hükümranlığı altındaki topraklardan sağladığı Müslüman askerleri de kullanıyordu.
İslâm dünyası köle orduları fikrini biliyordu. Ancak devşirme denilen ve Hıristiyan topluluklardan gençleri toplayarak, onları askerî ve yönetici seçkinler şeklinde eğitme yöntemi bir yenilikti.[2]
Osmanlılarda savaşlarda ya da korsanlık yoluyla tutsak edilen kişileri köle olarak kullanma ve alıp satma geleneği kimi zaman rastlanılan bir uygulamaydı. Ayrıca bazen başka ülkelerdeki pazarlardan satın alınarak ülkeye getirilen köleler de mevcuttu. Köle ticaretini yalnızca Müslüman tüccarlar yapabilir, Hıristiyanlar da köle satın alabilme hakkına sahip olabilirlerdi. Müslüman köle kullanmak ise yasaklanmıştı. Köleleri tarımsal üretimde ya da zanaat üretiminde çalıştırmak Osmanlı Devleti’nde yaygın olmamakla birlikte rastlanan bir olgu olmuştu.[3]
İslâm dünyası köle orduları fikrini biliyordu. Ancak devşirme denilen ve Hıristiyan topluluklardan gençleri toplayarak, onları askerî ve yönetici seçkinler şeklinde eğitme yöntemi bir yenilikti.[4]
Osmanlılarda savaşlarda ya da korsanlık yoluyla tutsak edilen kişileri köle olarak kullanma ve alıp satma geleneği kimi zaman rastlanılan bir uygulamaydı. Ayrıca bazen başka ülkelerdeki pazarlardan satın alınarak ülkeye getirilen köleler de mevcuttu. Köle ticaretini yalnızca Müslüman tüccarlar yapabilir, Hıristiyanlar da köle satın alabilme hakkına sahip olabilirlerdi. Müslüman köle kullanmak ise yasaklanmıştı. Köleleri tarımsal üretimde ya da zanaat üretiminde çalıştırmak Osmanlı Devleti’nde yaygın olmamakla birlikte rastlanan bir olgu olmuştu.[5]
Bir araştırmacı, Osmanlı son dönemlere kadar, Libya dahil Magrip’ten, Hicaz, Habeşistan, Orta Afrika’dan savaştan dönen askerler gemiyle, haçtan dönen zenginler karayoluyla, köle getirmesi görülen uygulamaydı. Gemiyle gelenler İstanbul veya İzmir Limanlarına iniyordu. 19.Yüzyıl başında, Libya:560, Cezayir:50.000 Tunus 88.000 toplam: 138.560 civarında Magrip asıllı kimsenin getirildiğini ifade ediyor.[6]Bir başka yabancı yazar Stanford J.Shaw Birinci Dünya Savaşı’na Giriş isimli eserinde Osmanlı’da köle ticareti uygulamasına hiç değinmiyor. Tam tersine Avrupalıların sömürgeci, baskıcı ve işgalci tutumlarından kaçan Kuzey Afrikalıların hangi yollardan kaçarak Türkiye’ye iltica ettiklerini ve Güney İllerine sığındıklarından söz ediyor.[7]Bizim kanaatimiz; Fas ve Moritanya hariç diğer Magrip ülkeleri zaten Osmanlı vatandaşlarıdır. Yalnız varlıklı kimselerce; Habeşistan, Orta Afrika ve Siyah Afrika’dan, Hicaz’dan siyahi köleler getirildiği, bunların Osmanlı vilayetlerinde ve incelemeye konu olan Ege’de büyük çiftliklerde, köşklerde çalıştırıldıkları bugünün saha araştırmalarıyla teyit edilmiştir. içerisinde kendi toplum ve devlet hayatına uyarlamış ve entegre etmiştir. Köleler başta saray olmak üzere, devlet ve ordu hizmetinde yoğun olarak kullanılmıştır.19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Batı Anadolu’da yabancı sermaye yatırımlarının artması ve kapitalist ilişkilerin yoğunlaşmasıyla birlikte, bu yörede plantasyon köleciliğine de rastlanmaya başlamış, bu yatırımcılar kendilerine gerekli işgücünün büyük bir kısmını Afrika’dan getirilen zenci kölelerle karşılamıştır.[8]
Birleşik Arap Emirliklerinin “The Natioanal” isimli saygın gazetesine, 02.09.2012 tarihinde röportaj veren tarihçi Hakan Erdem’e göre, günümüzde Türkiye’de yaşayan Afro-Türkleri, 19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu zamanında getirilen 10 bin siyahi köleden bugünkü Türkiye sınırlarında çalıştırılmaya başlayan 1000’inin torunları. Köleliğin sona ermesinin ardından bu kişilerin Ege ve Akdeniz’de yaşayanları kendi toplulukları içerisinde evlilikler yaparken İstanbul gibi daha büyük şehirlerde yaşayanlar beyaz Türklerle evlendi. Bu evliliklerle bir kaç kuşak sonra siyahi Afro-Türklerin sayısı ‘görünürde’ azaldı. Bu nedenle bugün aslında Türkiye’de tam olarak kaç Afro-Türk yaşadığı bilinmiyor. Osmanlılar, köleliği İslami anlayışla birlikte bir işçi ve hizmetli sınıfı gibi uygulamakla birlikte köle olarak yanında çalıştırdıklarına yavaş yavaş tüm haklarını veriyor ve onları evlendirerek, ikamet izni almasını sağlayarak kademeli bir şekilde köle statüsünü sonlandırıyordu.
Bununla birlikte, Avrupa’da dinde reformist yaklaşımlar getirmiş ve bilimde “Rönesans” denilen büyük ilerlemelere ortam hazırlamıştı. Pusulanın icadı gemicilikteki ilerlemeler, teknoloji ve üretimdeki yenlikler hammaddeyle birlikte yeni pazarlara olan ihtiyaçları ortaya çıkarmıştı. Keşfedilmemiş kıtaların ve Afrika’nın işgali, her türlü doğal zenginlikleriyle beraber insanlarının da alınıp satılması, yani köle ticareti vaz geçilmez bir yöntem olarak önem kazanmaya başlamıştı.
Avrupa’da ortaya çıkan tacirler, özellikle deniz ticaretiyle uğraşanlar 1800’lü yıllarda dahi hüküm süren köle ticaretine ve bu bağlamda Afrika kıtasına yabancı değildiler. Teknolojinin gelişmesi ve üretimin artmasıyla birlikte köle ticaretinin yasaklanması da bunlara eklenince Avrupa devletleri, Afrika’nın yer altı ve yer üstü zenginliklerini keşfetmeye başlamıştı. Bu kıtanın talihsiz ve adil bir medeniyetten habersiz halkı, bu defa Avrupa Devletleri’nin çok yoğun ticari isteklerine maruz kalmıştı. Bu ticari istekler Kıta Afrika’sındaki yerel güçler ve yöneticilerle antlaşmalar yoluyla Avrupalı Devletlerin zengin jakoben ve burjuva sınıfını geliştirmiş ve bu sınıfın daha da çok zenginleşme iştahını kabartmıştı.
Fransızlar, tarihlerinden gelen köle yönetimindeki büyük tecrübeleriyle kurdukları sömürge okullarından yetiştirdikleri sivil ve askeri yöneticiler vasıtasıyla Afrikalılara hiçbir devletin yapamadığı büyük bir kumpası kurmuşlar ve bu sayede iki Dünya Savaşı’nda da yüz binlerce Müslüman’ın cephelerde ölmesine neden olmuşlar, yani bir bakıma etnik arındırmayı, ustaca, usulüne uygun bir şekilde becermişlerdir.
Ayrıca, Türklerin uyguladığı devşirme sistemi ve Fatih’in bu devşirmelerle ilgili sözleri, Batı’nın bilinç altında ve bu konunun rövanşı niteliğinde yer etmişti. İngiltere ve Fransa, Müslüman askerler ve teknolojiyle Haçlı Savaşı’nı kazanmışlardı. Ancak Milli Mücadele’yi kazanan, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Müslüman Türk halkı olmuştu.
Kuzey Afrikalı, askerlerle ilgili Fransız askeri elitlerinin görüşleri farklılık göstermekte, kimileri beğenirken kimileri soğuk hava şartlarına uyumsuzluğundan bahsetmekte, büyük ve uzun bir savaşta sevk, idare ve koordine güçlüğünü öne sürmektedir. Ancak önceleri “Turcos” sonra “Zuav” ve “Tirailleur” olarak adlandırılan Cezayirli askerlere, kısmen de Senegalli hafif piyadelere, daha fazla bir güven beslenilmekteydi. Araştırmalarımız göstermiştir ki, Müslüman Sömürge Askerler, direnç ve şok birlikleri gibi farklı farklı amaçlar için kullanılmakla birlikte, askeri kullanım amaçları, “bu birlikler, Avrupa askerinin “olta” ve “kalkan” görevini üstlenen unsurlardı.
Birinci Dünya Savaşında özellikle Fransız ordularında Müslüman veya Gayri-Müslim sayıları 1200 civarında Afrikalı siyahi ve/veya Kuzey Afrikalı melez yerli nüfus Fransız askeri olarak kullanılmışlardır. Hatta Fransızlar bununla da yetinmeyip 1918 yılının sonlarından itibaren Anadolu’nun işgali esnasında da bu birlikleri ve bu kıtanın yerlilerini özellikle kara ordularında piyade birliklerinde kullanmıştır.
Ancak Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere milli mücadelenin komutan kadrosu ihtilaf kuvvetlerindeki Müslüman sömürge askerlerin dini duygularına Çanakkale Muharebelerinden itibaren hitap etmesini bilmiş, düşman ordusundan istihbarat toplamada ve düşman ordularının dumura uğratılmasında bu zavallı halkın askerlerinden yararlanmayı ihmal etmemişlerdir.
Anadolu içlerinde, Çanakkale ve İstanbul’da, Fransız ordularında bulunan büyükçe bir bölümü şuursuz Afrikalı Müslüman askerlerin varlığına rağmen, Magrip coğrafyasının Milli Mücadele’ye etkisi olumlu olmuştur. Aslında Fransız ordusundaki Müslüman askerler, ne kadar gizlenmeye çalışırsa çalışılsın, bu olumlu ruh ve havanın dışında kalamamışlardır. Bu esir askerler yukarıda ayrıntılarıyla tahlil ettiğimiz gibi, kimi zaman bezginlik, isteksizlik, direnç göstererek, kimi zaman şikayetler ve disiplin dışı davranışlar sergileyerek, Anadolu’nun Müslüman halkının şerefli mücadelesine duydukları sempatiyi yansıtmışlardır. Kilikya’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yön verdiği gerilla mücadelesine katkıları, Türk kuvvetleri lehine istihbarat, firar ve iltica hareketi şeklinde cereyan etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda ve Milli Mücadele’de sömürgecilerin işgalinden ya da Fransız ordusundan kaçarak Türkiye’ye yerleşen siyahi/Kuzey Afrikalı kişiler tüm Anadolu’ya yayılmış ve bulundukları çevreye tam bir entegrasyon sağlamışlardı
Fransızların savaştırdıkları askerlerden Fransız vatandaşı olanlar, Ermeniler, Yahudi askerler ve yabancı Lejyonerler hariç, Cezayir, Senegal, Fas ve Tunus gibi Müslüman ülkelerden getirilen insanlar, aslında nereye ve hangi amaçla geldiklerinin bile pek farkında değildirler. Ne olup bittiğini anladıklarında ise artık çok geç olur. Yine de pek çok Müslüman asıllı Fransız askerleri, Anadolu topraklarında Türk insanına karşı gönülsüz bir mücadeleye girişmiştir. Sonuçta bütün bu insanlar, Fransa tarafından kullanılmış ve iş bitince de bir kenara atılmışlardır.
Anadolu’da Milli Mücadele döneminde Fransız ordusundan kaçarak Adana, Mersin, Kahramanmaraş’a, Anadolu’nun içlerine ve Ege Bölgesi’nde Salihli, Kula, Torbalı, Marmara Bölgesi’nde Bursa, İnegöl gibi yerlere yerleşen birçok Kuzey Afrikalı vardır. Bu seçimi yapan insanlar, Türklere karşı pozitif duyguları olanlar, din, kültür ve tarih bilinci tamamen kaybolmamış, korkularını, menfaat duygularını yenebilmiş insanlardır. Bu sonuç, büyük beklentilere, hayallere yer olmayan ve dönemin gerçeklerine uygun bir sonuçtu.
Dönemin İngiliz Başbakanı Loyd George; Güney’de Türkleri yenemeyen Fransız birliklerinin Fransa’nın en iyi birlikleri olmadığına dair rivayetler duyduğunu, bu Fransız birliklerinde Senegallilere, Cezayirlilere, Ermenilere yer verildiğini, başarısızlığın buna bağlı olabileceğini söylemiştir.
Briand, başlangıçta “Fransız birlikleri içinde Ermenilere de görev verildiğini, fakat sonra bundan vazgeçildiğini” belirtmiştir. Fransa Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Berthelot ise, “Güney Cephesi’ne gönderilen birliklerin hepsi iyi olmasa bile, aralarında çok iyi birlikler bulunduğunu” ifade emiştir.
Yukarıdaki değerlendirmeler, 21 Şubat 1921 yılında Londra’da Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı ile İngiltere Başbakanı ve Dışişleri Bakanı’nın hazır bulunduğu mini zirvede yapılmıştır.
Ayrıca Müslüman askerler, bir Yunan askeri gibi bu bölgeyi işgal edip Megalo İdea’yı gerçekleştirmeyecekti. Sadece çıkarları için savaşan ve kuyrukları Fransa’nın ellerinde olan insanlardı. Ayrıca bunlar ister paralı, ister gönüllü, isterse de zorunlu askerlik yapsınlar, Magrip halkları tarafından her dönem için bu askerler, (Harkisler)Hain dinsiziler olarak görülmüştür. Hatta bunların şu anda dahi kendi ülkelerine girişlerini yasaklamışlardır.
Magrip coğrafyasında ise bu destekler; birçoğunu belgelerden de gördüğümüz ve yukarıda sunduğumuz şekliyle, zaman zaman Fransa hükümeti nezdinde çekilen protesto telgrafları, bölge basınında haberler, bazı aydınların köşe yazıları, bölge halklarının arasında dolaşan Mustafa Kemal Paşa fotoğrafları şeklinde ya da kendi halklarının kurtuluşları için verdikleri eş zamanlı direniş hareketleri biçiminde, ortaya çıkmıştır.
Milli Mücadele’de, Dünya Savaşı’na göre Türklerin lehine dönen bu yaklaşım, her şekilde ortaya konmuştur.Sömürge valileri, askeri yöneticiler ve yerel grupların, Paris’te bulunan Fransız yönetimine gönderdikleri mutad gözlem raporları ile hem bilgilendirme yapmışlar, hem de aldıkları kararlara olumlu etki ve katkıda bulunmuşlardır.
Türkiye’deki Afro-Türklerden elbette özellikle Ege Bölgesi’nde, Bursa ve İstanbul illerinde köle olarak çiftliklerde çalıştırılmak üzere getirilenler vardır. Milli Mücadeleden sonra mübadele yoluyla Anadolu’ya iltisak edenler vardır. Ancak Avrupalıların sömürgeci, baskıcı ve işgalci tutumlarından kaçan Kuzey Afrikalıların. çeşitli yollardan kaçarak Türkiye’ye iltica ettiklerini ve Güney İllerine sığındıklarından söz edebiliriz.
Bu Lejyon Etranger denilen profesyonel birliklerde İsviçre, İspanya, İtalya, Rusya, Almanya, Portekiz, Belçika, Malta, Doğu, Batı ve Kuzey Afrikalılar zaman zaman ve sırasıyla görev almışlardır. Ancak bu birliklerde en fazla randıman alınan Lejyon askerleri Kuzey Afrikalılar olmuştu ki bu bölgenin insanlarının gerek maddi imkânları artırılarak, gerekse vatandaşlık hakkı verilerek askere alma durumları özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru çok artış göstermiştir.
Yalnız Fransa bu Lejyon birliklerini, dünyanın her tarafındaki sömürgelerinde bir şok birliği ya da hazır kuvvet olarak en öncelikle kullanmayı denemişti.
Güney cephesindeki Fransız kıtaatından çeşitli tarihlerde firarla Türk ordusuna iltica ve iltihak eden, esir garnizonlarında ikame ve iskân ettirilmekte olan Cezayirli İslâm Mültecilere, kendi isteği ile düşman saflarından firarla din kardeşleri arasına katılan Müslüman efradın, bu gibi İslâm mülteciler hakkında mezkûr talimatnamede bir kayıt mevcut olmamasından dolayı maaştan mahrumiyetleriyle zaruret içinde bırakılmalarının İslâm’a uygun olmadığı belirtilmiştir.
Cenup cephesindeki Fransız birliklerinden çeşitli tarihlerde firaren Müdafaa-yı Milliye ordusuna katılan Kayseri ve muhtelif esir garnizonlarında iskân ettirilen Cezayirli İslâm mültecilerini Tabiiyet-i Osmaniye’ye kabulünü istida eyleyen 45. Fransız Fırkası’nın birinci alayının beşinci taburunda Mülazım-ı Sâni Cezayirli Mehmet Efendi Bin Ömer Mahza, dini inançları dolayısıyla bir makineli tüfek yirmi beş tüfek ve on beş neferle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne iltica etmişlerdir.
Yukarıdaki tabloda belirtilen Müslüman askerlerden Türklere karşı savaşçı davranan ve en az Türklere iltica eden Senegalli askerlerdir. Çünkü bu ülke insanı, diğerlerine göre çok daha bilinçsizdi. O dönemde Senegalliler, Cezayirlilerle birlikte en sert sömürgecilik metotlarına tabi tutulmuşlardır. Bu iki ülke, Fransa’nın en eski sömürgeleriydi. Madagaskarlılar iklimlerinden, Cezayir ve Tunuslular ikilem de kaldıklarından, Faslılarda Türk ve Osmanlı algısı ve sevgisi yüksek olduğundan dolayı savaşamıyorlardı. Fas askerleri, İngiliz ve Siyonistlerin güdümündeki bir kısım Arap kavimleri gibi Türklere karşı barbar ve savaşçı değillerdi. Kaldı ki bu coğrafyadan gelen askerler arasında Yahudi, İtalyan, Malta, İspanya kökenli askerler de vardı. Sayıları da önemli bir rakam tutmaktaydı.
Fransız Savunma Bakanlığı Arşivi Merkezinden aldığımız belgelere göre 70.769 civarındaki askerden 43.179’u Müslüman’dır. Yani % 60’ı Müslüman askerdir. Ermeni Lejyonu dâhil edildiğinde, önceki belgelerdeki bilgilerle bu belgedeki rakamlar birbirini teyit etmiş olur. 1917 yılına kadar ön saflarda büyük kayıplar veren bu renkli askerler 19717 yılından sonra, dostlar alışverişte görsün tarzında savaşmışlardır. Yer yer Fransız komutanlarına isyan etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, savaş esnasında ve Milli Mücadele sırasında münferit ve küçük gruplar halinde fırsat bulduklarında iltica etmişlerdir. Bu kaçışlar, en çok da Milli Mücadele esnasında gerçekleşmiş, Adana, Mersin, Maraş, Kayseri başta olmak üzere, Bursa, İnegöl, İzmir, Tire, Salihli ve benzeri birçok yerleşim yerine iskân edilmişlerdir. Ancak öyle bazı kaynakların[9]iddia ettiği gibi toplu geçişler ve saf değiştirmeler olmamıştır.
Osmanlı–Rus, Kırım Savaşı için gelen Tunuslular, Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa ile Anadolu ve Ege Bölgesi’ne kadar Osmanlı Ordu’su ile savaşa gelip buralardan geriye dönmeyen Magripliler, yine Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Osmanlı’ya esir düşen Magripliler gibi değişik şekillerde, Magrip coğrafyasının ve insanının Anadolu ile paradoksal ilişkileri derhal fark edilmektedir.
Anadolu’da Milli Mücadele döneminde Fransız ordusundan kaçarak Adana, Mersin, Kahramanmaraş’a, Anadolu’nun içlerine ve Ege Bölgesi’nde Salihli, Kula, Torbalı, Marmara Bölgesi’nde Bursa, İnegöl gibi yerlere yerleşen birçok Kuzey Afrikalı vardır. Bu seçimi yapan insanlar, Türklere karşı pozitif duyguları olanlar, din, kültür ve tarih bilinci tamamen kaybolmamış, korkularını, menfaat duygularını yenebilmiş insanlardır. Bu sonuç, büyük beklentilere, hayallere yer olmayan ve dönemin gerçeklerine uygun bir sonuçtu.
Kuzey Afrikalılar, özellikle Tunus ve Cezayirliler, daha önce Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa’nın ordusunda İbrahim Paşa’nın emir komutasında asker olarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmışlardı. Bu askerlerin özellikle Cezayir ve Senegallilerin kullanılma amacı, sadakat ve bağlılıktı. Osmanlı ordusundaki Araplar ise sadakatsizdi ve başkaldırmaya teşvik edilmişti. Bu büyük oranda başarılmıştı. Milli Mücadele döneminde işgallerde, Müslüman halkı mümkünse kendi yanına çekmek, değilse karşı koymasını önlemek maksatlı olarak kullanmışlardır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Şeyh Senusi ve diğer din adamlarıyla yapmış olduğu İslâm propagandası, Fransız ordusunda bulunan Tunuslu, Faslı ve Cezayirli Müslüman askerler arasında etkili olmuş, bu askerlerin bir kısmı kaçarak Türk kuvvetlerine katılmışlardır.
Müslüman Sömürge Askerlerinin askere alınma yöntemi, çoğunluğu zorla azınlıkta kalan kısmı gönüllü idi. Yahudi ve Arap orijinli Kuzey Afrikalılar hesaba katıldığında, %60-70 zorla askerlik sistemi uygulandığı söylenebilir. Ayrıca bir kısmı ekonomik imkânsızlıklar, bir kısımda Fransızlarla evlenmek suretiyle Levantenleşen ya da çıkarları gereği Harka/Harkisleşen Cezayirliler, Yahudi asıllılar, diğer yabancılar Fransız ordusuna katılmışlardır.
4.Sonuç:
Şimdi bütün bu anlattıklarımızı teyit eden ve TRT İNT televizyonun Adana Kozanda bulunan Afrikalılarla yapmış olduğu bir programında linkini altta veriyoruz. Bu yayında özetle iki hususdan bahsediyor. Birinci husus Fransız sömürgeciliği sonucunda Cezayir, Moritanya vb. bazı memleketlerden Osmanlı İmparatorluğuna hicret ederek canını ve namusunu kurtarmaya çalışan insanların göç yollarını ve yaşadıkları serüveni, ikinci olarak da Kurtuluş Savaşı yıllarında Fransız ordusundan kaçarak Anadolu’da Kuvayı Milliye makamlarına sığınan Kuzey Afrikalıların olduğu gerçeğinden. Ancak ikinci maddede bahsi geçen Afrikalılar ya geçmişlerinden pek fazla gurur duymadıklarından olsa gerek ya da Fransa’da akrabalarının olmasından ötürü ya da en kötü ihtimalle Cezayir makamları tarafından Harkis damgası yemekten çekindiklerindenmidir? Nedir? tam açık olmamakla birlikte pek ortaya çıkmak istemedikleri bir gerçektir. Ancak Türkiye’de bu kesim Afro-Türkler’in sayıları da bir yekün tutmaktadır.İstanbul,Bursa,İzmir,Adana,Kahramanmaraş ve Kayseri’de yaşadıkları diğer Afro-Türklerle beraber yaşadıkları değerlendirilmektedir.
Konumuzu tamamlamadan önce Eşrefpaşa/İzmir deki Libyalılar derneğinden de mutaka bahsetmek gerekir.
Lİibya kökenli Türklerin kendine özgü örf, adet, dil, tarih ve kültürlerini tanıtmak, bunlarla ilgili eğitim çalışmaları hazırlamak, hoşgörü, sevgi ve saygı, dostluk, karşılıklı anlayış bağlarını güçlendirmek, dayanışmayı sağlamak, Libya’daki akrabalarla işbirliğini sağlamak, Türkiye-Libya ilişkilerini sağlamlaştırmak amacıyla, “Libya Kökenli Türkler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” kurulmuştu. Ne yazık ki şimdi kapanmış durumdadır.
Libyalılar ne zaman gelmişler? Çoğunluğu Atatürk’ün önderlik ettiği Trablusgarp savaşından sonra göç etti. Örneğin İzmir’e gelenler tümüyle Eşrefpaşa’ya yerleşti. Yine, bizden ayrı Sudan, Tunus, Fas, Cezayir, Mısır, Yemen, Suriye Arapları da var. Torbalı Çaybaşı, Subaşı köyleri, Dalaman yoğun olarak Afro-Türkler bulunmaktadır. Bugün itibarıyla araştırmalarım tek ve somut bir belgeye dayanmamakla birlikte başta izmir olmak üzere tüm Ege Bölgesinde 30.000 fazla Afro-Türk Türkiye genelinde ise 100.000 civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşayan Afro-Türk vardır.Bu Afrikalıların yüzde yirmisi yani yaklaşık 20.000 Sömürgeci Fransa’nın ordusunda görev yaparken teslim alınmış usera kamplarındayken Türk makamlarına iltica etme isteğini bildirmiş, ya da Fransız Komutanlarına mukavemet ederek, gizlice kendi birliklerinden kaçmış zorunlu askere alınan Müslüman Afrikalılardan oluşmaktadır.
Bu gruplar bugün hangi yol ve yöntemlerle yolları Anadolu’da kesişmiş olursa olsun daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür bireyleri ve Türklüğe şiar olmuş kimlikleriyle bütünleştirici ve barışçıl anlayışlarıyla gerek Türkiye ve gerekse dünya üzerindeki tüm Afrika kıt’ası göçmenleri ve kendi orijinal memleketlerindeki kökleriyle bağlantı kurmak, geçmişlerini görsel, yazılı, sözlü tarih metodlarıyla günyüzüne çıkarmak istiyorlar.
Türkiye’de başta Ege ve Akdeniz bölgesinde halen yaşamakta olan birçok melez veya siyahi renkte Afrikalı vatandaşlar var bunların tamamı artık Türkleşmiştir. Bu insanlar kendilerini Türk kültürüyle kaynaştırmayı ve çevresiyle barışık olmayı başarmış insanlardır. Başta Ege bölgesi ve Akdeniz olmak üzere Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde oturuyorlar. Osmanlı’dan bu yana “Haç dönüşü, mübadeleler, köle ticareti, sömürgeci işgallerden ve sömürgeci devletlerin ordularından kaçmak” gibi türlü şekillerde yolları bir şekilde Anadolu’da kesişmiş bu Afrika kıtası insanların amaçları, özgür ve eşit insanlar olarak kendi kültürel renkleriyle, özgünlüklerinin farkında olarak kendilerini ifade etmek, bu şekilde saygı görmek istiyorlar. Ancak bunu yaparken asla toplumsal bütünlükten birlik beraberlikten Atatürk sevgisinden vaz geçmiyorlar.